Bir başka fırsat da; Nâzım’ı “uluslararası bir şaire sahip çıkmak”la sınırlayanlarla, “haksızlığa uğramış bir şair” ya da yalnızca bir “kavga ve dava insanı” olarak görenlerin ufkunu genişletebilme şansıydı. “Nâzım’dan başka şair okumam” diyerek, Nâzım’ı, şiirimizin ilki ve son noktası yapmaya kalkanlara da, “Asıl, Nâzım’ı okuyup şiirle ilgilenmemek, ona saygısızlıktır” uyarısında bulunabilme olanağı vardı. Nâzım’ın çok önemli bir yanının; şiirinin yaşanan gerçekten fışkırarak, kullandığı her sözcükle yeni bir gerçek yaratması olduğunun altı çizilebilir, şiirin namusu tartışılabilir, doğru şiir, yeniden toplumun gündemine gelebilirdi. Nâzım’ın, dokunduğu her yazın alanını yenileştirme çabası gözler önüne serilebilir, oyundan romana, senaryodan resme kadar, hiçbir sanat yapıtının bir ideolojiden bağımsız olmadığı gösterilebilirdi...
Olabileceklerin pek çoğu gerçekleşti. Bazı etkinliklerse, Nâzım’dan çok, hazırlayanların kimliğiyle veya konumuyla gölgelendi. Tüm etkinliklerin aklımda kalması olası değil. Ancak, kimilerine katılarak, kimilerini basından izleyerek tanıklık ettiğim Nâzım projelerini, tarihe topluca bir kayıt düşme adına, yazmak istiyorum.
2002 Nâzım Hikmet Yılı Etkinlikleri
Nâzım yılı, Kültür Bakanlığı’nın siparişiyle, Fazıl Say’ın bestelediği ‘Nâzım Projesi’ ile açıldı. Genco Erkal’ın şiirlerle, Sevtap Erener’in Nâzım şarkılarıyla katıldığı konser için Aydın Çubukçu şöyle yazdı : *“Fazıl Say’ın Nâzım’ı, gerçeği, doğruyu ve üstelik bu tartışmalarda hiç yeri yokmuş gibi davranılan güzeli bir araya getirmeyi başarmış ender sanat eserlerinden biri. . Say’ın Nâzım yorumu, her şeyden önce tarihsel gerçeğe sadıktır. Gençlikte, Hapishanede, İnsan Üzre, Memleket Üzre başlıklarını taşıyan dört bölüm ve final, sevgisinin, inançlarının ve duygularının, komünist kişiliğinin bütünlüğü içinde anlaşılması gerektiği konusunda hiçbir kuşkuya yer vermeyecek bir kompozisyon oluşturmaktadır.” 2001 yılında, İstanbul’da, dinleyiciye ilk kez sunulan konserin ardından yapılan bu değerlendirme, Nâzım etkinliklerinin nasıl olması gerektiğini de özetliyordu. Bu dinletinin Türkiye ve dünya turnesine çıkarılması düşüncesi, projenin önemli bir parçasıydı.
22 Ocak 2002’de, Cemal Reşit Rey Salonunda, Kudsi Erguner’in seslendirdiği ‘Ölüme Dair’ projesi, müzikle Nâzım’ın buluştuğu bir başka projeydi. Bu konsere Recep Birgit ve yabancı sanatçılar katıldı.
Müzikli ve danslı bir diğer sahne yapıtı ‘Bu Bir Rüyadır’, en çok tartışılan ve tartışılması da gereken Nâzım etkinliklerinden biri olarak anılacak sanırım. İstanbul Devlet Tiyatrosu’nca, neden, Nâzım Hikmet’in takma adla ve geçim sıkıntısı nedeniyle yazdığı bir oyunun seçildiği, hâlâ bir soru işareti ! Tiyatro Yazarları Derneği bu seçime karşı çıktı ve bir basın açıklamasıyla, önemli bir uyarı yaptı. Bu açıklamadaki şu sözler, Nâzım Hikmet hassasiyetini dile getiriyordu : “UNESCO’nun desteğinin gelecek yıl boyunca Nâzım Hikmet’in anılmasına yol açacak oluşu çok sevindiricidir. Ancak bunun büyük şairimize layık bir estetik düzeyde yapılmasına özen göstermek gerekir. Tiyatro alanında bu açıdan ucuzluklara kaçıldığını, Nâzım Hikmet’in ‘Geçim için takma adla yazdım, günün birinde faili aman açığa çıkmasın' diye alaya aldığı metinlerin bile piyasaya sürülüşünü üzülerek izliyoruz.”
Aslında kendini bu düzenin dışında sanan, ancak, kapitalist sistemin pazar alışkanlıklarına kendini kaptırmış, Che tişörtlerini giymeyi bir başkaldırı, ya da devrimcilik gören genç insanlardan pek de farklı düşünemeyen, pek çok sanat ve kültür insanımızın olması, ya da zaman zaman benzer tuzaklara hepimizin düşmesi, belki de kaçınılmaz. Çok masum yanılgılara, doğrusu ben şiddetli bir tepki duymuyorum. Fakat, gizli bir amaç; ırmakların yatağını değiştirmekse söz konusu olan, bilerek yada bilmeyerek, suyun önüne konan her çakıl taşının, her ince çalının önemli olduğuna inanıyorum. .
Aynı inanç, ‘Nâzım 100 Yaşında’ etkinliklerini hazırlayan aydınların bildirisinde de açıkça dile getirildi. Ne diyordu onlar ? “Biz aşağıda imzası bulunanlar, Nâzım Hikmet’in karşı olduğu güçlerin etki ve denetimi dışında yürütülecek çalışmalara başlamış bulunuyoruz.”
Nâzım Hikmet 100. Yıl Etkinlikleri Kurulu, TYS ve PEN işbirliğiyle hazırlanan ‘Dönemi İçinde Nâzım Hikmet’ konulu seminer, 24 Ocak 2002’de İstanbul’da gerçekleşti. Katılamadığım, ancak yayınlanan bildirilerden edindiğim izlenime göre ; Nâzım’ı yaratan, yargılayan, mahkum eden, bağrına basan, dişlerini sökerek bağışlamaya, yeni bir kalıba sokup kendine benzeterek pazarlamaya çalışan düzen ve dünya koşullarının, yani tarihsel sürecin izlek olarak alındığı bir seminerdi.
Aynı kurul, 9 Şubatta, ‘Dünya Şairi Nâzım Hikmet’ başlıklı bir etkinlik düzenledi. Şairin, şiire getirdiği yapısal dönüşümün, bildiri ve konuşmalarla anlatıldığı etkinlik ve diğer seminerler bir kitap haline geldi mi, böyle bir çalışma var mı bilmiyorum. Bana göre, 2002’nin, kalıcı bir biçimde Nâzım Hikmet yılı olması için, etkinliklerin de kalıcı hale getirilmesi gerekiyor.
14 Ocak 2002 günü Atatürk Kültür Merkezi’nde açılışı yapılan ‘N. Hikmet Fotoğrafları’ sergisinde, fotoğraflara eşlik eden, şairin elyazması şiirleri, bir şairle sözcükler arasına hiçbir şeyin girmemesi gerektiği duygusunu ve şiirin hâlâ elle yazılan tek yazın türü olduğunun ince sevincini yaşattı.
25-27 Ocakta, Mimar Sinan Üniversitesi, ‘Uluslararası Nâzım Hikmet Sempozyumu’ hazırladı. Bir başka sempozyum da Kütüphaneler Genel Müdürlüğü ve Nâzım Hikmet Vakfının düzenlediği ‘Uluslararası Nâzım Hikmet Sempozyumu’ydu.
Kültür Bakanlığının, heykeltıraş Tankut Öktem’e yaptırdığı Nâzım Hikmet Anıtı, Lütfi Kırdar Uluslararası Kongre ve Sergi Sarayının yakınındaki parka konularak, bütün dünyaya “Biz hem vatandaşlıktan çıkarırız, hem heykelini dikeriz” mesajı verildi. Çünkü, Nâzım’ın yerine, yanlışlıkla aynı isimde birinin vatandaşlıktan çıkarıldığı anlaşılmış, vatandaş Nâzım, “2002 yılını Nâzım’ın yeniden Türk vatandaşlığını kazandığı yıl olarak gerçekleştirmek için mevzuatla ilgili her türlü çalışmayı yapmaları konusunda İçişleri Bakanlığına bir öneri götüreceğim” diyen Kültür Bakanı İstemihan Talay’ın içinde yer aldığı kabine tarafından vatandaşlıktan çıkarılmıştı. Bu yanlışlıklar komedisi şimdi ne halde bilmiyorum.
24-25 Ekim günlerinde, Ankara’da, TÖMER adına şair Hüseyin Atabaş’ın hazırladığı ‘Türkçenin Yurttaşı Nâzım Hikmet’ sempozyumu, başlığıyla, Nâzım’ın vatandaşlık tartışmalarına verilen en güzel yanıt oldu. Sempozyum bildirilerinin, aynı adla kitaplaşması, sempozyumu kalıcı kılıyor, gelecek kuşaklara bir Nâzım kaynağı sunuyor.
2002 Nâzım Hikmet Kitapları
Kültür Bakanlığının yayınladığı, Alpay Kabacalı’nın editörlüğünü yaptığı ‘100. Doğum Yıl Dönümünde Nâzım Hikmet’e Armağan’ başlıklı kitap da, şairin, çeşitli yönleriyle tanıtıldığı yazılardan oluşan, bir kaynak kitap özelliği taşıyor.
Türkiye Komünist Partisi, ‘Nâzım Hikmet (Seçme Şiirler)’ kitabını, “TKP, bu şiir seçkisi ile tekel başlarına meydan okuyor. Ömrü kapitalizme karşı mücadele ile geçmiş, gecelerinde ve gündüzlerinde insanın insanı ezmediği sömürmediği, insanın insana emretmediği bir dünyanın hayalini kurmuş olan şairi zincire vurmak, ehlileştirip durgunlaştırmak için paranın yeterli olduğunu sananlara meydan okuyoruz” sunuşuyla iletti okurlara. Bu sunuş, şairin yapıtlarının yayın hakkını ( 2038’e kadar ) satın alan Yapı Kredi Yayınlarına duyulan kuşkuyu dile getirdiği kadar, sınıfsal bir sahiplenmenin de öfkesini taşıyordu.
Milli Kütüphane Başkanlığının girişimi ile bir Bibliyografya hazırlandığı da basında çıkan haberler arasındaydı.
Nâzım’la ilgili yayınlardan biri de; Kültür Bakanlığı Yayımlar Dairesi Başkanlığı’nın hazırladığı, Nâzım Hikmet’in bazı şiirlerinin İngilizce çevirisinden oluşan yapıt.
Burada bir an durup, Devletin Nâzım’la barışma çabaları ve çok rahatsız olduğum ‘iade-i itibar’ söylemi hakkında bir şeyler söylemek gerekiyor. Devletin Nâzım’la barışması, kapitalist Almanya’nın Karl Marks’la; Engels’le barışması gibi olabilir bence. ‘İade-i İtibar’ konusuna gelince... Nâzım Hikmet’in itibarı tartışılamaz. Dünyanın en büyük birkaç şairi arasına giren bir ad, itibar denilen şeyin anlamını kendi belirlemiştir... Nâzım’ı yargılayan, tutuklayan, bunca yıl yasaklayan, karalama kampanyalarına destek veren bir devletin itibarını kim iade edecek, sorusu geliyor aklıma. . Sevgili arkadaşım Oktay Etiman’ın, daha “iade-i itibar” söyleminin ilk ortaya atıldığı 1995 yılında, Politika gazetesinde, 8 Haziran günü, bu konuda yazdığı yazı, işte bu soruyu soruyordu.
Almanca ve Türkçe olarak hazırlanan ‘N. Hikmet Yüz Yaşında’ başlıklı anı kitabı, yaşam öyküsü, şiirleri ve şaire ilişkin yazılardan oluşuyor. Önsözünün Server Tanilli tarafından kaleme alındığı kitapta, Türkçe’nin yazarları dışında, Brecht’in kızı Hanne Hiob’un, babasıyla birlikte Nâzım Hikmet’le ilk karşılaşma anısı ile Danimarkalı şair Eric Stinus, Prof. Norbert Mecklenburg, Dr. Dietrich Gronau’nun Nâzım’la ilgili yazıları yer alıyor.
Nâzım’la ilgili yayınların en ilginci, Dünya komünist örgütlerinin arşivlerini toplayan Uluslararası Sosyal Tarih Enstitüsü’nün (USTE) Amsterdam’daki Türkiye Bölümü ve İstanbul’daki Türkiye Sosyal Tarih Araştırma Vakfı’nın, N.Hikmet’in komünist kişiliğini yansıtan belgeleri yayımlamasıydı.
Bir başka ilk de, Nâzım Hikmet’in Budapeşte Radyosunda yaptığı edebiyat ve sanat konuşmalarının, bir CD ve bir kitap olarak yayınlanmasına karar verilmesiydi. Gerçekleşip gerçekleşmediğini bilmiyorum.
Memed Fuat’ın ‘Nâzım Hikmet’ kitabının yayınlanması da, Nâzım yılını zenginleştirdi.
Bir başka kitap, Nedim Gürsel’den geldi. ‘Dünya Şairi Nâzım Hikmet’ başlıklı inceleme, Can yayınlarından çıktı.
Moskova Milli Kütüphanesinde bir ‘Nâzım Hikmet Kitapları Sergisi’ açılacağı duyuruldu.
Yayınlar kitaplarla sınırlı değildi. N. Hikmet Vakfı, Kültür Bakanlığının işbirliğiyle , Nâzım Hikmet şarkılarını bir CD’ de topladı. Hazırlanan CD, video ve kitapta şarkıların öyküleri de yer aldı.
Tiyatroda Nâzım Hikmet yılı
İlk gençlik yıllarından başlayarak tiyatroya ilgi duyan, tiyatro çalışmaları yapan, tiyatro bilgileri edinen, oyunlar yazan Nâzım Hikmet’i, tiyatroya verdiği emek hatırlanmadan anmak, büyük bir eksiklik olurdu. 2002’de Nâzım sahnedeydi. .
- Uluslar arası İstanbul Tiyatro Festivali, açılışını ‘Nâzım’a Armağan’ la yaptı. Gösteriyi Genco Erkal hazırladı. Usta oyuncuların rol aldığı gösterinin sahnelenme yeri Rumeli Hisardı.
Ankara’da sahnelenen, Mustafa Şerif Onaran’ın yazdığı, Rüştü Asyalı’nın sahnelediği ve oynadığı ‘Ben Bir İnsan’ isimli oyun, kurgu eleştirileri alsa da, seyircinin coşkusuyla, Asyalı’nın varlığıyla, Nâzım’ın 100. Yaşına aykırı düşmeyen, ancak Devlet Tiyatrosu perdesinin de sezildiği bir gösteriydi bence. Benzer etkinliklerde olduğu gibi, o oyundan çıkarken de, Nâzım’ı, yaşamını ve şiirlerini içselleştirenler ya da sosyalist-gerçekçiler yazmalı diye düşünmeden edemedim.
22 yıl önce Fransa’da sahnelenen ‘Benerci Kendini Niçin Öldürdü’, Türkiye’de ilk kez 2002 Nâzım yılında gösterime girebildi. İstanbul Devlet Tiyatrosunda sahnelenen oyunu Mehmet Ulusoy yönetiyor, oyun müzikleri Kudsi Erguner imzasını taşıyordu.
‘Memleketimden İnsan Manzaraları’ da, Rutkay Aziz’in rejisörlüğünde, İstanbul Büyükşehir Belediye Şehir Tiyatrolarında seyirciyle buluştu.
Bir başka tiyatro etkinliği de, Eskişehir Stüdyo Drama’nın sahneye koyduğu ‘Ben Nâzım, Yaşarken, Ölürken’di.
Bandırma Sosyal Demokrasi Vakfı’nın düzenlediği ‘Dostların Arasındayız Nâzım’ın Sofrasındayız’ adlı etkinlik 25 Mayısta yapıldı. Nâzım’ın en çok hoşuna gideceğini düşündüğüm etkinliklerden birinin bu olduğunu sanıyorum. Çünkü ; siyanürlü altına direnerek, Türkiye’nin yüz akı olan Bergamalılar katıldı bu sofraya. Onların, Nâzım’ı en iyi anlayan, yaşayarak, belki de toprak insanlarına özgü bilgelikle, en iyi anlayan insanlar olduğunu düşünüyorum.
Diğerleri ve Yurtdışı Etkinlikleri
Kültür Bakanlığı Telif hakları ve Sinema Genel Müdürlüğünün açtığı ve şairi konu alan, uzun metrajlı film senaryosu yarışması, bir dönem sinema senaryoları yazarak hayatını kazanan Nâzım’ın yaşamıyla örtüşüyordu.
Bir başka yarışma da, Eskişehir Tepebaşı Belediyesi’nin düzenlediği şiir yarışmasıydı. 19 Ocakta yapılan törenle, şair Erdal Alova’nın ‘Dizeler’ kitabı aldı bu ödülü.
Yurtdışında Nâzım nasıl anıldı sorusuna, ‘basına yansıyan etkinlikler’ kadar yanıt verebilmenin burukluğunu yaşıyorum. Önce, ‘N. Hikmet Fotoğrafları’ sergisinin, Türkiye’yi ve dünyayı dolaşacağı haberinin hangi ülkeleri, hangi kentleri kapsadığını bilmediğimi söylemeliyim.
Sonra, Nâzım’ın 15 Ocak doğumgününün Paris’te, UNESCO Merkezinde törenle anıldığını, tüm Paris’e yayılan söyleşi ve dinletilerin yapıldığını hatırlatmalıyım.
İngiltere’de, 8 Ocakta başlayan Nâzım projesine G. Erkal, H. Bilginer, Julie Christie, Adrian Mitchell, Harold Pinter, Vanessa Redgrava gibi isimlerin katıldığı, etkinliğin Queen Elizabeth Hall’da yapıldığı basınımızda yer aldı. Söyleşi ve film gösterilerinin yıl boyu süreceği bir Nâzım Yılı hazırlanmıştı İngiltere’de.
New York’ta 15 Nisanda N. Hikmet Haftası başlattı. G. Erkal’ın şiir okumalarıyla, Zülfü Livaneli’nin konserle, Can Dündar’ın Nâzım Belgeseliyle katıldığı haftanın, ilgi gördüğü yazıldı.
Almanya’da özel programlar hazırlandığını, tiyatrocuların Nâzım’ın oyunlarını sahnelediğini okudum.
Düşünceler, Düşler ve Duygular
Nâzım Yılı’nda, kendi kendime en çok sorduğum soru, “Nazım’ı her kent, her kuruluş, kendince anarken, Nâzım kitaplarının satışında bir artış oldu mu? Olduysa, hangi oranda gerçekleşti bu artış ?” dı. Şairlerin kalabalıklarca dinlendiği, şiir okuma günlerine katılanların sayısıyla, şiir kitaplarının satışı arasında uçurumların gözlendiği bir ülkede, hergün Nâzım’ı ansak, anlatsak, okur sayısında önemli bir artış olmuyorsa, bu, sevginin anlamını kavrayamadığımızı mı, yoksa sözlü edebiyattan hâlâ yazılı edebiyata geçemediğimizi mi gösterir?
2002 yılı boyunca, Nâzım kitaplarının satışında bir patlama olmadıysa, kitaplığında Nâzım külliyatı olanların işi çok zor demektir. Hem topluma karşı, hem de Nâzım’ı, onunla baş edemedikleri için bağrına basanlarla işi zor.
Koca bir yılın, rüzgar gibi geçtiğini savlamak, biraz, insana haksızlık olur diye düşünüyorum. Ben, katıldığım her etkinlikte yeni bir şey öğrendim. Etkinliklere katılan genç kuşaklar, Nâzım’ı daha iyi anlamış, en azından daha çok dinleme fırsatı buldu. En çok da, üniversiteler içindeki örgütler adına sevindim. Önceleri, N. Hikmet adına projeler yaptıklarında başları derde giren öğrenciler, 2002’de biraz daha özgür olabildiler izlediğim kadarıyla... Bunu, bütün iyimserliğimle, kazanç hanesine yazıyorum. Toplum adına, yıl boyunca, Nâzım’ın siyasi kimliği gözardı edilmeden, tüm gerçekliğiyle ortaya konduğu tüm etkinlikleri de...
Çocukluk anılarında; şiire sevdalandığı yıllarla birlikte adını duyduğu, belleklerde yalan yanlış kalmış birkaç dizesiyle bile büyülendiği, ama kitaplarını bulamadığı gerçeği, taptaze kalan birileri için, 2002 yılının Nâzım adını taşıması, yine de olağanüstü güzeldi...
Nâzım kitaplarıyla tanıştığı günlerde, kitaba yöneltilen şiddetle de tanışanların Nâzım yılı sevincinin, kaygılarla, kuşkularla karışması da doğaldı... Bu kaygı ve kuşku, Nâzım yılının tetikte, kavgaya hazır, bir o kadar da yürekle gülümsenerek yaşanmasını getirdi... Yıl sona erince, “henüz yeni başlamıştı” duygusuna kapılmamız da, birilerinin “bunu da atlattık, bu toplum üç gün sonra nasılsa unutur gider” dediğini duyar gibi olmamız da hoş görülmeli...